13 Eylül 2013 Cuma



Günümüz dünyasında birçok şey gibi “değerler” ve “kimliklerimiz” de birbirine karışıyor. Bu karışıklığa bir de gündelik hayatın koşuşturması eklenince varoluş tarzımızı belirleyen kimliklerimiz iyiden iyiye işlevsiz hale geliyor. Kimi zaman da kimliklerimizi daha etkin kullanmak gayesinde olmamıza rağmen, kim olduğumuzu, kimliklerimizi bu koşuşturmaca içinde unutabiliyoruz. Söz konusu olan, ne zaman doğup da ne zaman büyüdüğünü anlayamadığımız çocuklarımızı ilgilendiren ‘anne-baba’ kimliğimiz olunca, kimliklerimizi hatırlamanın önemi kat be kat artıyor. Çünkü anne/baba kimliğimizi unuttuğumuzda ya da yanlış kullandığımızda çok sevdiğimiz yavrularımızın gelişimini büyük oranda olumsuz etkilemiş oluyoruz. Bu kimlikleri unuttuğumuzda ya da yanlış kullandığımızda, çocuklarımız bazen pısırık, cesaretsiz, kendini ifade etmekten aciz; bazen de bencil, küstah, sorumsuz ve narsist bir kişi haline gelebiliyor.


koçum benim
Çocuklarımızı olası bu zararlardan korumak için ilk olarak anne-babanın ne ve ailenin ne demek olduğunu hatırlamamız gerekiyor.


Anne, çocuğun şefkatli sığınağı, baba da sağlam bir kalesidir. Anne babanın oluşturduğu aile kurumu ise bir emanetçi dükkânıdır. Anne baba da o dükkândaki görevlilerdir. Görevleri ise kimlikleri ile emanete sahip çıkmak ve emanetin aslını korumaktır.


 Bu vazifenin nasıl yapılacağını içimizdeki anne babalık duygusunu dinleyerek öğrenebiliriz aslında. Yeter ki o sesi duyma hassasiyetinde olalım. Bu sesin bize fısıldayacağı ilk kelime şüphesiz dengedir.


‘Anne-babalık’ kimliğimiz, hayattaki birçok şey gibi denge gerektiriyor. Bu kimlik terazisinin bir kefesinde eşsiz, tarifsiz, saadetli bir duygu; diğer kefesinde ise devredilemez, vazgeçilemez bir mesuliyet bulunuyor. Aşırılık ve yetersizlik diye iki ucu var bu kimliklerin. Sağlıklı bir ebeveynlik için olmazsa olmaz şart ise “denge”.

Anne-Baba ‘Hizmetçi’ Değildir!

“Anne-babaların yaptığı en büyük hata, kendi çocukluklarını unutmasıdır.” der bir filozof. Bir çocuk başkasının yardım ve desteğine en muhtaç, en aciz olduğu bir dönemde gelir dünyaya. Bu sebeple anne-babasının destek ve ilgisine muhtaçtır. Ebeveynlik, çocuğun gerçekten ihtiyaç duyduğunda yanında olmaktır. Çünkü hayata karşı bilgi ve tecrübesi yetersiz olan bir çocuğun yetersizliğini aşmakta anne-babasının yardımına ihtiyacı vardır ve anne-baba bu ihtiyacı gördüğünde yardım da etmelidir. Ancak çocuğun kendi başına yapabileceği, üstesinden gelebileceği durumlarda da çocuğun ihtiyacı var diye, adeta çocuğun hizmetçisi olmak doğru değildir. Özellikle iki yaşından sonra döktüğünü temizlemek, kırdığını toplamak, yemeğini ağzına koymak, ayakkabısını giydirmek çocuğun kendi becerilerini körelttiği gibi anne-babayı da hizmetçi konumuna sokar. Anne-baba çocuğun hizmetçisi değil, gerçek ihtiyaçlarının giderilmesinde destekçisidir. Anne-baba çocuğunun işlerini onun adına yapan değil, ona bu işlerin nasıl yapılacağı konusunda yol gösteren ve yardım edendir.

Anne-Baba ‘Arkadaş’ Değildir!

Ebeveynlik konusunda karıştırılan konulardan birisi de, ‘çocukların arkadaşı olmak’ meselesidir. Anne-baba çocuğunu anlama konusunda arkadaşça bir yaklaşım sunabilir. Çünkü çocukların davranışlarının niyetlerinden ayrıştırılıp anlaşılmaya şiddetle ihtiyacı vardır. Ve bu anlayışı en evvel evlatlarına anne-baba sunmalıdır. Ama bu yaklaşım “çocuğun arkadaşı” olmak şekline dönüşürse bu çocuk için tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Çünkü bir çocuk hayatı boyunca onlarca arkadaş edinebilir ama bu hayatta sadece bir tane anne-babası olacaktır. Onlar da evlatlarının arkadaşı olmayı seçince, çocuklara ebeveynlik yapacak kimse kalmayacaktır. Ebeveynlik yeri geldiğinde sınır-kural koymak ve bu kuralların uygulanmasını sağlamaktır. Büyüme çağındaki bir çocuğun elbette bu kurallara ve sınırlara ihtiyacı vardır. Evladıyla arkadaş olan bir ebeveyn bu noktalarda yetersiz kalabilir.

Anne-Baba ‘Koruyucu Melek’ Değildir!

Hiç şüphesiz bir anne-baba evladını her türlü tehlikeden korumak isteyecek ve bu sebeple tedbirler alacaktır. Evladını, hayatın zorlukları karşısında incinmekten, acı çekmekten, zarar görmekten korumak isteyecektir. Zaten ebeveynlerin bu konuda duyarlı olup kırılgan varlıklar olan çocukları tehlikelerden uzak tutması gerekmektedir. Bununla birlikte şüphesiz karşılaşılan zorluklar çocukların daha dirayetli kişilik kazanmalarına zemin hazırlamakta, daha dirençli olmalarını sağlamaktadır. Tıpkı çocukluk yıllarında yakalanılan hastalıkların çocuğun bağışıklık sisteminin güçlenmesine vesile olması gibi, hayat içinde karşılaşılan zorluklar da çocuğun kişiliğinin gelişmesine ve dirayetli olmasına kapı açar. Bu noktaları dikkate alarak, anne-babaların adeta çocukların koruyucu meleği haline gelmeme konusunda hassas hareket etmeleri yerinde olacaktır. Dikkat edilememesi durumunda şefkat ve merhametle çocuğumuzu tehlikelere karşı korumak isterken, onun koruyucu meleği haline dönüşebiliriz. Böylelikle çocuğumuz, etrafındaki koruyucu meleği sayesinde hayatın zorluklarını görmeden büyür ve büyüdüğünde dahi aynı koruyucu meleği yanında ister. Bu mümkün olmadığında ise ruhsal bir boşluğa düşer.


Anne-Baba ‘Eğitim Koçu ve Öğretmen’ Değildir!

Anne-babalar varoluşlarındaki şefkat itibarıyla çocuklarının başarılı olmasını ister. Bu istekleri paralelinde çocuğun eğitim hayatına müdahil olur ki, evlatları daha çok ve düzenli çalışarak daha yüksek puanlar alarak, iyi eğitim veren okullara yerleşebilsin. Eğitim müfredatında yapılan değişikliklerle de artık aileler çocukların okul hayatına daha fazla dahil oldular. Çocuğun gerçekten ihtiyaç duyduğu ve anne-babanın da yardımcı olabileceği ders konularında çocuğa destek olması, aileyi yanında hissetmesine ve ders başarısını arttırmasına yardımcı olacaktır. Ama bu desteğin de dengeli ve çocuğun ihtiyaç ve beklentileriyle paralel olmasına dikkat etmek gerekir. Bu denge hali anne-baba ve çocuk arasındaki ilişkinin sağlıklı kalmasına etki edecektir. Ama ebeveyn, çocuğun varoluş gayesini sırf başarı olarak değerlendirircesine, ona eğitim koçluğu ve öğretmenlik yapmaya kalkarsa muhakkak bu hal çocuğun da dengesini bozacaktır. Ebeveynlerini anne-babalık kimlikleriyle değil de daha çok adeta eğitim koçu ya da öğretmen olarak tanıyacaktır.

Anne-Baba ‘Bankamatik’ Değildir!

“Çok verip azdırma, az verip çaldırma” diye bir atasözümüz vardır. Bu söz ebeveynlik kimliğinin bir noktasında gerekli olan dengeyi oldukça veciz şekilde ifade etmektedir. Evet çocuklara ihtiyaçları olan miktarda harçlık verilmelidir. Ama harçlık verme işi –ailenin hali vakti müsait olsa dahi- çocuğun her istediğinde para çekebileceği bir bankamatiğe benzemeye başladığında olumsuz birçok sonuçlara yol açabilir. Zira çocuk böylelikle paranın kıymetini asla anlamayacak, kazanmadan harcamaya alıştığı için tembelliğe kaçabilecektir. Aynı zamanda çocuk tutumlu olmayı da öğrenemeyecektir. Diğer olumsuz önemli bir sonucu da, ailesi için çalışıp para kazanan ebeveynin emeğini hiç takdir edemeyecek, hatta hazır para yemeye alıştığı için de bir süre sonra ailesini sömürmeye başlayacaktır.

Anne-Baba ‘Palyaço’ Değildir!

Hiç şüphesiz neşeli vakitlerin geçirildiği bir aile ortamı, çocuklar kadar, yetişkinler için de çok değerlidir. Anne-babanın, çocuklarının değerli hissederek mutlu olmalarını arzu etmeleri hatta bu konuda gayret sarf etmeleri çok yerinde bir davranış olacaktır. Bu konuda bir çok ebeveynin ihmalkar davrandığını düşünmek maalesef yanlış olmayacaktır. Bu sebeple ailesinin neşe ve mutluluğu için özen gösteren ebeveynlerin sayısının artması oldukça önemlidir. Bununla birlikte çocukları mutlu etmek adına anne-babanın deyim yerindeyse, palyaçoluk etmesi, onun her dediği kılığa ve role bürünmesi, onun mutluluğu için etrafında dört dönüp komiklikler yapması, mutsuzluğu ve hayal kırıklığını yaşamasına müsaade etmeden çocuğunu sürekli mutlu etmeye çalışması çocuklarının görmek isteyeceği ebeveynlik vakarına uymayacaktır.

Kısaca, anne-baba olarak sahip olduğumuz temel kimliği yeniden hatırlamaya ve bu kimliği dengeli bir şekilde kullanmaya ihtiyacımız var. Denge bir şekilde bozulduğunda, ruh sağlığı bozulmuş çocuklarla baş başa kalabiliriz çünkü. Bu nedenle Pedagoji Derneği diyor ki:


· Çocuklarımıza ihtiyaç duydukları şeylerde yardımcı olalım; ama onların hizmetçisi olmayalım

· Çocuklarımıza arkadaşça yaklaşımda bulunalım; ama onların arkadaşı olmayalım.

· Çocuklarımızın baş edemeyecekleri muhtemel tehlikelere karşı tedbirli olalım; ama onların koruyucu meleği olmayalım.

· Çocuklarımızın, eğitim-öğretim konusundaki taleplerinde destek olalım; ama onların eğitim koçu ve öğretmeni olmayalım.


· Çocuklarımızın ihtiyaçlarını karşılayalım, onlara bir miktar harçlık verelim; ama onların bankamatiği olmayalım


· Çocuklarımızla neşeli vakitler geçirelim ve onların mutlu olmalarını isteyelim; ama onların palyaçosu olmayalım.




11 Eylül 2013 Çarşamba

Ben çocukken annem bana hep hayatın anahtarının mutluluk olduğunu anlatırdı. Okula gitmeye başladığım zaman, sınavda bana 'Büyüyünce ne olmak istiyorsun?' diye sordular. Ben de onlara 'Mutlu olmak istiyorum' diye cevap verdim. Onlar bana, soruyu anlamadığımı söylediler. Ben de onlara, asıl onların hayatı anlamadıklarını söyledim."
John Lennon
Uzmanlar, mutlu çocuk yetiştirmenin oyuncaklarla değil, hayatı boyunca ruhunu besleyeceği pozitif bakışı açısını aşılamakla mümkün olacağını bildirdi.

Anne babanın, çocuğun hayatı boyunca ruhunu besleyeceği pozitif bakış açısını yakalamalarına katkıda bulunabilmeleri için uygulamaları gereken yöntemlerin çok basit olduğunu söyledi.

Pozitif bakış açısını yakalayan çocukların kendinden emin, optimist ve başarılı olduklarının kanıtlandığını ifade eden uzmanlar,çocuğun hayatı boyunca ruhunu besleyeceği 12 basit yolu şöyle sıraladı:

  1. Değer yargılarını geliştirin. Ona sorumlulukları olan değerli bir vatandaş olduğunu aşılayın. Etrafındaki insanların hayatında fark yaratacak kapasitede olduğunu gösterin. Mesela kullanmadığı oyuncakları beraber biriktirip, bir derneğe bağışlayın. Eski gazeteleri biriktirmeyi, geri dönüşümü ona onun dilinde anlatın.
  2. Derslere, kurslara ara verip çocuğunuzla bire bir vakit geçirin. Onunla beraber yerde oturup yap boz yapın, mutfakta beraber omlet yapın, banyo yapmadan önce beraber yüzünüzü boyayın, parkta beraber kaydıraktan kayın.
  3. Aktivitelerde ona katılın, beraber bisiklete binin, beraber yüzmeye gidin, hem onu teşvik edersiniz hem de bol bol spor yapmış olursunuz.
  4. Espri yapın, fıkralar anlatın, arada bir birbirinize takılın, bol bol gülün, gülmek daha fazla oksijen solumanızı sağlar.
  5. Çocuğunuzu iyi bir iş yaptığında tebrik edin, ona hangi konularda başarılı olduğunu açıkça anlatın. Mesela ödevini bitirdiğinde "resminde kullandığın renkleri çok beğendim" gibi detay verin. Yaptığı proje hakkında konusun. Çocuğunuzu hediye ile değil övgülerle ödüllendirin.
  6. Çocuğunuzun iyi yemek yemesine özen gösterin. Yemek aralarında yoğurt, meyve ve bol su verin. Yemek yemez diye öğün araları çocuğunuzu aç bırakmayın, hem psikolojisini etkiler hem de kilo kaybına neden olur.
  7. Çocuğunuza hayal gücünü kullanabileceği oyunlar yaratın. Resim yapmak hem hayal gücünü geliştirecektir hem de yaptığı resimden dolayı tatmin hissi doğacaktır.
  8. Günde 5 kere çocuğunuzu kucaklayın, 10 kere öpün, 15 kere ona gülümseyin. Tüm bunlar size kat kat geri dönecektir.
  9. Çocuğunuzu dinlemesini öğrenin, lafını yarıda kesmeyin, başka bir işle ilgileniyorsaniz, bırakın ve ona konsantre olun. Söylediği şeylerin önemli olduğunu onu dinleyerek gösterebilirsiniz. Bırakın aynı şeyleri tekrar etsin, siz hep aynı dikkatle dinleyin.
  10. Mükemmeliyetçiliği bırakın. Çocuğunuzun yarıda bıraktığı bir işi bitirmeye veya düzeltmeye çalışmanız onun kendine güvenini sarsar. Masayı silerken atladığı köşeyi tekrar silmeniz veya beraber diktiğiniz saksıyı düzeltmeniz ona yaptığı işin iyi olmadığı hissini verecektir. Bir daha çocuğunuzun yaptığı işi düzeltmek için elinizi uzattığınızda düşünün. Eğer yaptığı iş tehlike yaratmıyorsa, sağlığa zararlı değilse elinizi geri çekin.
  11. Karşılaştığı güçlükleri kendi başına aşmasını öğretin. Ayakkabı bağlarını yavaş da olsa bekleyin kendi bağlasın, çamaşırları asmanızda yardım etmek istiyor, beraber asın. Merdivenlerden kendi inmek istiyor, önünde yürümek şartıyla bırakın insin. Üstünden gelemeyeceği bir problemle karşılaştığında size problemi anlatmasını söyleyin ve çözümüne beraber karar verin.
  12. Sevdiği seyleri yapmasına izin verin, gereksiz kısıtlama enerjisini ve heyecanını dışa atmasını engeller, bu da ona sıkıntı verir. Unutmayın; oyuncaklarını toplamayı öğrenmesi için önce dağıtabilmesi lazım.

5 Eylül 2013 Perşembe

HATALARDAN DERS ALMAK...

Yazan: Unknown Saat: 21:30 Yorum Yap


Siz yaptığınız hataları kolayca kabul eder misiniz, yoksa kabullenmekte zorlanır mısınız?
Yaşadığnız başarısızlıklarda ne yaparsınız, nasıl davranırsınız?

Thomas Edison ampulü icat edene kadar binlerce başarısız deneme yapmıştı. “Yaşadığınız bu kadar başarısızlık size neler hissettirdi?” diye sorulduğunda Edison, “Ben başarısız olmadım ki sadece ampulün işlemeyen on bin çeşidini buldum.” demişti.


İlham verici bir cevap; ama söylemesi kolay, yapması zor.
Hatalardan ders almak en çok duyduğumuz nasihatlerden biri fakat çoğumuz hatalarımızla nasıl baş edeceğimizi bilmiyoruz.

Bazılarımız yaptıkları hataları hiç kabullenmiyor. Onlar düz yolda düşseler bile suçlayacak insan arıyorlar etraflarında. Bir başarısızlık yaşadıklarında kendilerinden başka herkesi sorumlu tutuyorlar. Onların hayatın yenilgilerine karşı her zaman bir mazeretleri var.

Bazıları ise yaptıkları hatalardan sonra kendilerine inanılmaz eziyet ediyor. Sanki hayatta onlardan başka kimse hiç hata yapmamış da ilk hata yapan kendileriymiş gibi algılıyorlar olayları. Müthiş bir özgüven kaybı yaşıyorlar.

Bazıları da hayatı bir okul gibi algılayıp yaptıkları her hatadan ders çıkartmaya çalışıyor, öğrenip ilerlemek istiyor.

Bir de yaptıkları hataları hiç umursamayanlar var. Hata yaptıklarını görüyorlar; ama hiçbir şey olmamış gibi davranıyorlar. Aynı hataları defalarca yapıyorlar. Bu durum onları hiç rahatsız etmiyor.

Ayrıca hata yapmamak için hiç bir şey yapmamayı tercih edenler de var. Hata yapma korkusuyla karar alamıyorlar, harekete geçemiyorlar. Durup bekliyorlar. Önce başkalarının yaptıklarını görmek istiyorlar. Aşırı temkinli bir tutum içinde oldukları için kimse onların gerçekte ne düşündüklerini bilmiyor. Çok korktukları için kendilerini gizliyorlar.

Özel hayatımızda da iş hayatımızda da hata yapmak kaçınılmaz.
Yaşamak hata yapmak demektir.
Hata yapmamış insan zaten hiç yaşamamış demektir.

Hata yapmanın sevilecek bir tarafı yok. İster kendimiz yapalım ister bize yapılsın hata yapmak kızdırır, sinirlendirir, öfkelendirir, üzer, kırar… Küçük ya da büyük olsun her yanlış her hata acı verir. Hataya kayıtsız kalmak mümkün değildir.


Önemli olan duygusal tepkilerden sonra hangi mantığı devreye soktuğumuzdur. Birçok konuda olduğu gibi bu konuda da doğruyu bilmekle doğru olanı yapmak arasında uçurumlar var. Hepimiz hataların son derece insani olduğunu, hata yapmanın engellenemez olduğunu biliriz; ama hatalara karşı her birimizin tutumu ve davranışı farklıdır. İster özel hayatımızda ister şirket hayatımızda hatalarımızla baş etme yöntemimiz bizim geleceğimizi belirler.

Hata yapmaktan korkarız; 

çünkü çocukluğumuzdan gelen bir koşullanmayla hata yaptığımızda ayıplanmaktan, dışlanmaktan, küçük düşmekten korkarız. Önce anne babalarımız sonra öğretmenlerimiz kendilerince bizi korumak ve bize doğruyu öğretmek için küçük hataları bile yapmamıza engel olurlar.

Aldığımız eğitim hata yapma korkusunu yerleştirmiştir içimize. Bu sistem bize daha küçük yaşlardan itibaren başarılı olmanın hata yapmamak olduğunu öğretmiştir. Formül basittir: “Hata yapma, gerekirse ezberle, ama sana sorulduğunda mutlaka doğruyu söyle. Bilmiyorsan sus. Unutma üç yanlış bir doğruyu götürür!”

Sadece okul yıllarında değil iş hayatında da tartışmalara katılımın düşük olması bundandır. Birçok insan hata yapma korkusuyla ağzını açmaya, adım atmaya korkar. Bu anlayış sorumluluk almaktan çekinen, bildiğini söylemeye ürken, itaatkâr, heyecansız ve risk almayan bireyler yetiştirir.

Oysa son yıllarda öğrenme üzerine yapılan çalışmalar bu görüşün tam tersini söylüyor. Araştırmalar hata yapmaktan çekinmeyen, tartışmalara katılan öğrencilerin daha başarılı olduklarını kanıtlıyor.

Modern öğrenme teorisine göre artık “üç yanlış bir doğruyu götürmüyor.”

Bu sadece okullar ve öğrenciler için değil, yetişkinler ve şirketler için de geçerli. Eğer bir ortamda hiç hata yapılmıyorsa bu ortamlarda katılım yoktur. Kimse yeni bir denemede bulunmuyordur. İnsanlar statükoları sorgulamıyor, seçenekleri zorlamıyorlar, bilineni aşmaya çalışmıyorlardır. Bu ortamların enerjisi düşüktür.

Oysa hata yapmaktan korkmadığımızda çocuklar gibi özgür, cesur ve yaratıcı oluruz. Zihnimiz sürekli farklı, yaratıcı yolları dener.

Bir konuda başarısız olmak en iyi öğreticidir. Başarısız her deneme, başarıya giden yolun en iyi rehberdir. Bu anlamda hatalar bir merdiven işlevi görür. Yaptığımız hataların üzerine basarak bir üst seviyeye çıkarız. Biz en çok hatalardan öğreniriz.

Kötü bir yönetim altında çalışanlar bir işin nasıl “yönetilmeyeceğini” çok iyi öğrenirler. Yanlış bir ürün, doğru bir ürüne giriş dersi niteliğindedir. Neyin olması gerektiğini anlamak için neyin olmaması gerektiğini anlamak gerekir.

Harvard Business School öğretim üyesi Amy C. Edmondson pek çok organizasyonda liderlerin iki temel yanlış yaptıklarını söylüyor: 

“Birincisi hataların toptan kötü olduğuna inanmak ikincisi ise hatalardan öğrenmenin kendiliğinden gerçekleşeceğini zannetmektir.”

Edmondson’a göre bir projenin başında ne kadar çok hata yapılırsa o kadar çok alternatif de denenmiş olur. Her yanılgı aslında yapılan işi gözden geçirme fırsatı sağlayacağı için paha biçilmezdir.

Hatalar kendi başlarına öğretmen değildir. Bir hata olduğunda, “Prosedürler yanlıştı.” ya da “Zamanlama yanlıştı.”, “Biz yaptık ama başkaları anlamadı.” şeklinde yaklaşmak hatalardan öğrenmek anlamına gelemez. Hatalarla ilgili genellemeler öğrenmeyi sağlamaz.

Hatalardan öğrenip ilerlemek için bu hataların nasıl ele alınacağının, nasıl değerlendirileceğinin bir sistemi olması gerekir.

Hatalardan öğrenmek için akıllı bir sorgulama ve iyileştirme sistemi kurmak gerekir.


1- Öncelikle hatanın ne olduğunu doğru tarif etmek gerekir. Hata nedir? Nerede olmuştur? Kim yapmıştır?
2- Hata nasıl oluşmuştur? Hangi eksiklik-fazlalık hataya neden olmuştur? (Bilgi eksiği, dikkatsizlik, sistematik bir eksiklik, kontrol eksikliği, kötü niyet, aşırı telaş-hız, fazla karmaşık sistemler…)
3- Hatanın etkisi ne olmuştur? Hata kime-neye, nasıl bir zarar vermiştir? Hata hangi sonuçlara yol açmıştır?
4- Hata nasıl telafi edilecektir? Hatanın neden olduğu sonuçlar nasıl giderilecektir?
5- Hatanın bir daha tekrarlanmaması için hangi önlemleri almak gerekir? Ne yaparsak hata tekrarlanmaz?
6- Hatadan ne öğrenilmiştir? Bu durumdan çıkarımımız nedir?
7- Yapılan hata, hatanın etkileri, hangi iyileştirmenin yapıldığı, çıkarılan dersler şirketteki bütün çalışanlarla paylaşılmalıdır.

Ancak böyle bir yaklaşımla hatalardan ders almak ve bu dersi herkesin kullanımına açmak mümkün olur.

Daha başarılı ve daha anlamlı bir hayat için yeni yollardan gitmeye, hata yaptığımızda hem bunlardan ders almaya hem de bunları açık yüreklilikle paylaşmaya ihtiyacımız var.


B. Shaw’ın dediği gibi, “Hiç bir şey yapmadan yaşanacak bir ömür yerine hata yaparak yaşanacak bir ömür daha faydalı ve daha şereflidir.”



Kaynak : www.temelaksoy.com

20 Ağustos 2013 Salı


Büyük insanların büyük hedefleri olur, 

Büyük hedeflerin büyük bedelleri olur. 


VICTOR HUGO, Kocum benim

Dünyaca ünlü “Sefiller” kitabının yazarı Victor Hugo Notre-Dame’de Paris kitabını kaleme alırken bütün elbiselerini bir sandığa koyup bir arkadaşına vermişti. Ondan kitabının yazımı bitene kadar elbiselerini getirmemesini istemişti. O başarılı olmak için dışarı dahi adım atmama bedelini ödemeye kararlıydı.

Bedel ödemeden hiç kimse başarılı olmamıştır ve olmayacaktır. Bedel; hedefimize ulaşmak için yapmamız gereken ancak yapmayı istemediğimiz, yaparken acı çektiğimiz, stres yaşadığımız durumlardır.

Bedel;

Diş ağrısında kurtulmak için, diş çektirmenin acısını çekmenizdir,

Bedel;

İşe geç kalmamak için sabah erkenden yollara düşmektir,

Bedel;

İstediğiniz elbiseyi almak için yüklü bir parayı harcamaktır

Bedel;

Tüm arkadaşlarınız sinemaya giderken sizin dershaneye gitmenizdir,

Bedel;

Tüm arkadaşlarınız en sevilen TV programını izlerken, sizin odanızda kitaplara boğulmanızdır,

Bedel;

Tüm arkadaşlarınızın bir sevgilisi varken, sizin sevgilinizin dersler olmasıdır,

Bedel;

Tüm arkadaşlarınız bir araya gelip eğlenirken sizin tek eğlencenizin test çözmek olmasıdır,

Bedel;

Ödüle ulaşmak için, istenmese de yapılması gerekeni yapmaktır.

Bedel;

Herkesin severek yaptığı, sizin severek yapacağınız, ama hedefinize ulaşmak için yapmamanız gereken etkinliklerden vazgeçmek, yapılması gerekeni yapmaktır.

Bir öğrencinin en önemli hedefleri, okulda başarılı olmak, eve iyi bir karne götürmek, üniversitede de istediği bölümü kazanmaktır. 

Kararınızı verin, hedefinize ulaşmak için nelerinizi feda edebilirsiniz. 

Soğuk kış günlerinde sıcak yatağınızı terk edebilir misiniz? 
Her gün hiç sıkılmadan yılmadan yüzlerce test çözebilir misiniz? 
Herkes eğlenceye giderken, siz odanızda masanızın başında kitaplara gömülebilir misiniz? 
Tuttuğunuz takımın maçlarını seyretmeyip asıl maçınız için çalışabilir misiniz?
Canınızın yapmak istediği şeylerden, canınız istemeden de olsa vazgeçebilir misiniz?
Evet, bunları yapabiliyorsanız siz bedel ödemeye hazırsınızdır.

Ödenen tek bedel ile başarılı olamazsınız. Sadece televizyon seyretme bedeliyle üniversitede en iyi bölümü kazanacağınızı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Ödenen her bedel sizi başarıya adım adım yaklaştırmakta, son vuruşa sizi hazırlamaktadır. Jacob RIIS’in dediği gibi; “Çaresiz kaldığım zamanlarda gider, bir taş ustası bulur, onu seyrederim. Adam belki yüz kere vurur taşa. Ama değil kırmak, küçücük bir çatlak bile oluşturamaz. Sonra birden, yüz birinci vuruşta taş ikiye ayrılıverir. İşte o zaman anlarım ki; taşı ikiye bölen o son vuruş değil, ondan öncekilerdir.”



Kaynak: Üşenme Erteleme Vazgeçme / ALFA Yayınları / Ahmet Yıldız

www.ahmetyildiz.com

19 Ağustos 2013 Pazartesi

BAŞARMAK

Yazan: Unknown Saat: 00:01 Yorum Yap



Bir zamanlar hayvanlar aleminin sevimli yaratıklarından kurbağalar, kendi aralarında bir yarışma düzenlemişler.
Hedefin yüksek bir tepeye çıkmak olduğu bu yarışmaya kalabalık bir kurbağa sürüsü de seyirci olarak katılmışlar. 

Seyircilerden hiçbir kurbağa, yarışçıların bu yüksek tepeye çıkabilmesine ihtimal vermediği gibi “zavallı arkadaşlarımız, asla başaramayacaksınız, vazgeçin bu sevdadan!”diye tezahüratta bulunuyorlarmış.

Seyircilerin bu bağrışları sonucu azmini yitiren yarışmacılar, teker teker yarışmayı bırakmışlar. 
Sadece bir kurbağa, ümitleri tükenen diğer arkadaşlarına inat, büyük bir gayret ve çaba sonucu tepeye çıkmayı başarmış.




Hayret içinde kalan diğer arkadaşları bu mücadeleyi nasıl kazandığını merak etmişler. Kazanan kurbağanın yanına yaklaşarak, “Bunu nasıl başardın, bu başarının sırrı nedir?”diye sormuşlar. Ne yazık ki cevap alamamışlar.

Çünkü yarışmayı kazanan kurbağa sağırmış...

13 Ağustos 2013 Salı



Hayatı yaşar gibi yapıyoruz ama

aslında bal gibi seyrediyoruz işte…

Başkalarının yazdığı senaryoları izliyoruz akşamları….

 

Konuşmalarımız dizi filmlerinin replicleri gibi…

Onlarla gülüyor, onlarla hüzünleniyoruz…

Kişiliğimizi, kimliğimizi şekillendiriyorlar sanki…


Dizilerimizle ilgilenmekten, hayatı ilgi boyutundan bir türlü etki boyutuna taşıyamıyoruz. 


Etki alanımız öylesine daraldı ki etkinliklerimiz çoğunlukla ilgi boyutunda, haber, spor, dizi gibi başkalarının etkinliklerini izlemekten ibaret oldu.



Yakında çocuklar anne babaların kendilerine aldığı bilgisayar dahil oyuncaklara benzeyecekler …
“Heyy arkadaş canımı sıkma bir format atarım sana.”
“Bak senin ekran görüntünü sevmedim ne o yüzünün hali ?”

Oysa bir reklam vardı nasıldı o

“Babam çamaşır makinesi aldı annem bana kaldı.”

Hadi ordan çok beklersin, dizilerin reklam aralarında göreceksin anneni , çocuklar dua edecekler şu reklamlar uzasa da annem ve babamın etki alanına olmasa bile ilgi alanına bari gireyim diye.
Eeeee her seçim bir kaybediş diye boşuna dememişler

Anne! Teninin kokusunu özledim zamanımı geçirdiğim bu makine sen değil kablo kokuyor !
Baba! Bana aldığın hediyelerin hepsi kendi yerinde duruyor ve senin yüreğimde olman gereken yeri dolduramıyor hala bir boşluk var…


Ben sizin yokluğunuzun yerine ne koysam
dolmayacağını bilmeyecek yaştayım.

Sizinle ilgili anılarım bile olmayacak bir hayatı,
yaşadığımı anlamayacak yaştayım.

Siz bana uymayın “Azı karar, çoğu zarar” misali
benim gelişimim içine kendinizden de bir şeyler katın…

Ben büyüyorum,
benim 15 yaşımdaki halimi yaşasaydık keşke,
bitip giden dizileriniz yerine…




Kıssadan hisse

Sarp KAYA

Pedagoji derneğinin 5. Sini düzenlediği kampanya sonucunda bu bayram çocuklar keşfetmek için baktı. 


Birer birer kapıları çalıp şeker isteyen çocuklara verilen hediye paketleri onları tabiri caizse bulutların üzerine çıkardı. Kampanyaya katılan bizlere çocukların yüzlerindeki o ifadeyi görmek en büyük bayram sevinci oldu. 

Çocukların hediye paketlerini açıp içlerindeki büyüteçleri görünce verdikleri tepkiler ne kadar doğru bir iş yaptığımızı bir kez daha hatırlattı. 


Büyüteçleri alıp incelemeye başlayan “küçük araştırmacılarımız” doğanın keyfini çıkarttı. Kimileri hayvanları, kimileri eşyaları inceledi, kendilerini bambaşka maceralarda bulma fırsatı yakaladılar.
Biz ise bu kampanya sayesinde çocukların yüzlerinde tebessüm oluşturma ve onlara keşfetme fırsatı vermenin mutluluğunu yaşadık.

Böyle bir kampanya oluşturdukları için derneği kutluyor, bize de bu kampanyanın bir parçası olma fırsatı verdikleri için teşekkür ediyoruz.