24 Eylül 2013 Salı


Televizyonun düğmesini kapat, hayatın düğmesini aç.

Yan yana, iç içe, yüzyüze bulunduğumuz bir canavar.
Bu canavarı hepimiz tanıyoruz. Biliyoruz.
Ama…
Evimizin baş köşesine koyuyoruz.
Bu canavar bizi aynı çatı altında, hattâ aynı odada bulunduğunuz anne-babamızdan, çoluk-çocuğumuzdan koparıyor. En yakınlarımıza karşı ilgi ve alâka fakiri iken, onun için en değerli sermayemizi, zamanımızı sınırsız bir cömertlikle ona feda ediyoruz. Önüne hayatımızı seriyoruz.


Bu canavar bizi, arkadaşlarımızdan, dostlarımızdan koparıyor. Dostlukların, komşulukların, arkadaşlıkların tesisi için biraraya gelsek de, farkına varmadan o canavara bütün bu güzellikleri hibe ediyoruz.

Bu canavar bizi, birer robota dönüştürüyor. Hayatımızı o şekillendiriyor. Yememizi, içmemizi, evimizi eşyalarımızı, alışverişimizi, gezilerimizi, dilimizi, beynimizi, kalbimizi daha pek çok yönümüzü o belirliyor.


Kısaca, onsuz yapamıyoruz. Onsuz yaşayamaz hale geldik. Onsuz bir hayatı hayal bile edemiyoruz.

Tek kelimeyle televizyon “HER ŞEYİMİZ!”


Fazla mı abarttık?

Kesinlikle hayır.

Bugün ülkemizde televizyon olmayan ev neredeyse yok gibi. Sanki televizyonla bütünleşmiş bir yapımız var. Bu durumdaki bir insandan veya aileden televizyonunu kapatmasını istemek, bebekten sütü esirgemek gibi algılanıyor. Çünkü artık televizyonsuz eğlenemez, televizyonsuz gülemez, televizyonsuz yemeğini dahi yiyemez, kısacası televizyonsuz yaşayamaz hale geldik.

Televizyona bu derece bağımlılığın altında yatan sebeplerin başında tembellik var. 
Aslında tembellik televizyon seyretmenin hem sebebi, hem sonucu. Bir kere televizyonun başına geçince gerisi geliyor. Gönüllü olarak karşısına geçiyor, gözümüzü ona dikip, adetâ hipnotize oluyoruz.

Televizyonun boy hedeflerinden birisi kitap okumak. Televizyon seyretmekle kitap okumak arasında ters orantı bulunuyor. İbre televizyona kaydıkça, kitap hayatımızdan çıkıyor. Televizyon seyretmedikçe kitap okuma oranı hızla artıyor.

Televizyona karşı belki en savunmasız durumda olanlar, çocuklar. Hele bir de televizyonu bebeklik çağından itibaren bir tür çocuk bakıcısı olarak kullanan anne-babalar, en değerli varlıklarını kendi elleriyle canavara teslim ediyorlar. Çocukların hemen her türlü programı kontrolsüzce seyretmeleri, ruh dünyalarında tamir edilmez yaralar açıyor.

Televizyon seyretmeyen çocuklar, hayal güçlerini daha rahat geliştirebiliyorlar... Çünkü televizyon bağımlısı çocuklar izledikleri filmlerden, çizgi filmlerden her şeyi hazır olarak alıyorlar ve zihinleri gün geçtikçe tembelleşiyor.

Diğer yandan haberlerden filmlere, dizilerden çizgi filmlere kadar neredeyse bütün programlarda şiddet unsuru gözlemlenebiliyor. Uzmanlara göre bu kadar sıklıkla şiddet sahnesini takip eden çocuklar için, şiddet âdetâ sıradanlaşıyor. Böyle çocuklar hem yetişme dönemlerinde, hem de ileriki yaşlarda büyük çaplı psikolojik bunalımlar yaşıyorlar. Diğer insanlarla uyum sağlamada zorlanıyorlar. Daha da kötüsü, toplum için sürekli bir tehdit unsuru haline gelebiliyorlar.

Televizyondan kurtulan insan, tüketim hastalığından kurtulma yolunda da önemli bir adım atmış oluyor. Çünkü televizyon, kendisine bağımlı olan insanları birer tüketim canavarı haline getiriyor. Reklamlarla estirilen tüketim fırtınası, çeşitli filmler, diziler, eğlence ve magazin programlarıyla devam ediyor. Neticede ortaya televizyonda seyrettiklerini uygulamak için birbirleriyle yarışan insan tipleri çıkıyor.

Televizyon dilimizi de olumsuz yönde etkiliyor. Gerek yabancı ve gerekse yerli programlarda Türkçenin sıkça yanlış, kötü ve yabancı özentili kullanılması, argoya her fırsatta yer verilmesi, çocukları ileriki yaşlara kadar etkileyecek seviyede olumsuz yönde etkiliyor.

AMERİKAYI TEKRAR KEŞFETMEK


Televizyonun hayatımızda yaptığı tahripleri ortadan kaldırmak ve açtığı derin yaraları tedavi edebilmek için önümüzde iki yol var: Ya Amerikayı yeniden keşfedeceğiz, ya da dünyanın en fazla televizyon bağımlısının bulunduğu Amerikadaki, ardından Avrupa ülkelerindeki uygulanan bazı yöntemleri, bazı çözümleri dikkate alacağız.

Amedika’da ON yıldır kutlanan “TV Turnoff Week,” yani “TV Kapatma Haftası,” televizyon bağımlılığına emin adımlarla ilerleyen bizlere çok önemli mesajlar barındırıyor. Özet olarak aktaralım:
Bu haftanın düzenlenmesindeki temel amaç, insanların yılda bir hafta için de olsa televizyon karşısında harcadıkları zamanı azaltabilmek ve insanların zihnine daha faydalı şeyler yapabilecekleri anlayışını yerleştirebilmek. Bu haftayı düzenleyenler ve destek verenler, insanlara şu mesajı aktarıyorlar:

“Sadece bir haftalığına televizyonunu kapat; sonra gör bak neler olacak!”


TV Kapatma Haftası ilk olarak 1995 yılında kutlanmaya başlandı. Daha ilk yılında bu faaliyete 45.000 okul ve 8.000.000'dan fazla insan katıldı. Bu uygulamayı organizeli olarak ilk başlatan ise, sonradan TV-Turnoff Network (TV Kapatma Ağı) ismini alan TV-Free America (TV’den Bağımsız Amerika) isimli özel bir kuruluş oldu.
TV-Turnoff Network’ün çok çarpıcı bir sloganı var: “Turn off TV – Turn on Life!” Yani, “Televizyonun düğmesini kapat, hayatın düğmesini aç!”

Televizyona niçin bağlanıyoruz?

Hayatta kalma savaşındaki dikkate değer çelişkilerden biri, organizmaların, kendi arzuladıkları şeyler tarafından kolayca zarar görebilmeleri. Tıpkı balıkların oltanın ucundaki yemle, farelerinse peynirle avlanmaları gibi. Ancak bu yaratıkların, aldanışları için en azından uygun bir mazeretleri var: Yem ve peynir, hayatta kalmalarını sağlayan besin maddeleri. İnsanlarınsa, çoğu bağımlılıkları için bu türden tesellileri yok denecek kadar az.

İnsanların hayatı düşkünlüklerine bağlı olarak altüst olabiliyor. Yaşamını sürdürmek için kimse alkol içmek, kumar oynamak zorunda değil. Bu yüzden, eğlence ya da oyalanma amaçlı yapılan bir şeyin ne zaman kontrolden çıktığını anlamak, yaşamın önemli dönüm noktalarından olsa gerek. Düşkünlüklerin ille de fiziksel maddelerle ilgili olması gerekmiyor. Televizyon, ünü ve her yerde bulunabilirliğiyle, dünyanın en popüler boşa zaman geçirme makinesi olarak karşımıza çıkıyor. Çoğu insan, televizyonla arasında sevmekle nefret etmek arası bir bağ olduğunu itiraf ediyor. Ondan şikayet edenler, şikayetleri bittikten belki de hemen sonra koltuklarına kurulup, uzaktan kumandalarına sarılıveriyorlar.

Anne babalar, çocuklarının televizyon seyretmeleri konusunda endişelerini dile getiriyorlar. Ama aslında bu endişe, kendilerinin çok fazla televizyon seyretmesinden kaynaklanmıyor mu? Dost sohbetlerinde, aile toplantılarında, söyleyeceğimiz şeyler tükendiğinde...


Çoğumuz, onunla olabilmek için bir kitap okumadan, ailemizle, arkadaşlarımızla konuşmadan, bir yakınımızın sesini duymadan, çocuğumuzla bir oyun oynamadan, gönlümüzce bir gezintiye çıkmadan, çocuklarımız için kurabiye pişirmeden geçiriyoruz günlerimizi.

Endüstriyel dünyada bireyler günde ortalama üç saatlerini plansız olarak televizyon seyretmeye ayırıyorlar. Bu saatler, bir gün içinde çalışma ve uyuma dışında tek bir faaliyet için ayrılan en büyük zaman dilimini oluşturuyor. Düşünün, yetmiş beş yaşına geldiğinizde, her gün yalnızca üç saat televizyon seyrettiyseniz, yaklaşık dokuz yılınızı televizyon karşısında geçirmiş oluyorsunuz. Rakam gerçekten çok çarpıcı.

Bazı yorumculara göre bu bağlılık basitçe şu anlama geliyor: İnsanlar televizyon seyretmekten hoşlanıyor ve onu seyretmek için bilinçli bir karar alıyorlar. Eğer her şey bundan ibaretse, o halde neden bu kadar çok insan, fazla televizyon seyrettiği endişesine kapılıyor? Neden beş yetişkinden ikisi, on gençten yedisi televizyon karşısında çok fazla zaman geçirdiğini düşünüyor? Neden yetişkinlerin yaklaşık % 10'u kendini TV bağımlısı olarak tanımlıyor?.

Televizyon seyreden insanların davranışlarını ve duygularını günlük yaşam sırasında takip etmek için yapılan bir çalışmada, katılımcılara üzerlerinde taşımaları için birer cihaz verilmiş. Katılımcılara, günde altı-sekiz kez gelişigüzel olarak bu cihaz aracılığıyla sinyal gönderilmiş. Sinyali aldıkları anda katılımcılar ne yaptıklarını ve ne hissettiklerini not etmişler. O anda televizyon seyreden kişilerin kendilerini rahatlamış ve pasif hissettikleri belirlenmiş.

Benzer şekilde, EEG çalışmaları da televizyon seyrederken kitap okumaya oranla daha az zihinsel uyarılma olduğunu göstermiş. İlginç olan, televizyon kapatıldığında rahatlama duygusunun sona ermesi, ancak pasiflik ve düşük uyarılma durumunun devam etmesi. Araştırmaya katılanlar, televizyonun bir şekilde enerjilerini çekip aldığını ve kendilerini tükenmiş, bitkin hissettirdiğini yansıtmışlar.

Bu kişiler, televizyon seyrettikten sonra, öncesine oranla herhangi bir şeye daha zor yoğunlaştıklarını da söylemişler. Ancak bu durumun aksine, kitap okuduktan sonra, çok nadir olarak bu tür problemlerle karşılamışlar. Spor yaptıktan ya da hobilerle uğraştıktan sonra da ruh hallerinde düzelmeler, iyileşmeler kaydetmişler.

Ancak bu çalışmada ortaya çıkan bir başka sonuç, çok fazla televizyon seyredenlerin (günde dört saatten fazla) az televizyon seyredenlerden (günde iki saatten az) çok daha az zevk aldıkları. Bazıları fazla zevk almamanın yanı sıra, daha üretken, daha yararlı bir iş yapmadıkları için suçluluk ve rahatsızlık da duyuyorlar. Japonya, İngiltere ve ABD'de yapılan araştırmalar, bu suçluluk duygusunun, gelir düzeyi düşük gruplarda daha fazla oluştuğunu göstermiş.

Televizyon karşısında rahatlama duygusu çok çabuk geliştiğinden, insanlar televizyon izlemeyi rahatlamakla, dinlenmekle bir tutmaya şartlanmış durumdalar. Bu ilişki, izleme süresi boyunca kendini gösterdiğinden, zamanla kuvvetleniyor. Televizyon bozulduğunda ya da elektrik kesildiğinde oluşan stres de, bu ilişkiyi destekleyen başka bir etken.

TV Onların Bir Parçası.

Acaba çok fazla televizyon seyrederek vakit geçirenler, diğer insanlara göre hayatı daha farklı mı yaşıyorlar? İnsanlarla beraber olmaktan hoşlanmıyorlar mı? Bu tür sorulara cevap aramak için yapılan araştırmaların verdiği sonuç şu:

Aşırı derecede televizyon seyredenler, az televizyon seyredenlere göre kendilerini belirgin bir şekilde daha huzursuz, sinirli, sabırsız ve daha az hoşgörülü, yaratıcı, mutlu hissediyorlar. Özellikle de, hiçbir şey yapmadan durduklarında. İzleyici tek başına olduğunda fark daha da büyüyor. Kendilerini televizyon bağımlısı olarak tanımlayan kişilerle yapılan çalışmada, bu kişilerin çok daha kolay sıkıldıkları, kendilerini kontrol etme yeteneklerinin az olduğu ve dikkatlerinin çok kolay dağıldığı da gözlenmiş.

Yıllardır yapılan çalışmaların gösterdiği diğer sonuçlarsa, televizyonla çok fazla zaman geçirenlerin, hiç seyretmeyen ya da az seyredenlere oranla toplum içine daha az karıştıkları, sosyal etkinliklerinin daha az olduğu, fazla ya da hiç spor yapmadıkları, aşırı şişmanlığa daha yatkın oldukları.

Doğal olarak ortaya çıkan soru şu: Karşılıklı ilişki hangi yönde ilerliyor? İnsanlar sıkıntı ve yalnızlıktan mı TV'ye yöneliyor, yoksa TV seyretmek mi insanları sıkıntı ve yalnızlığa itiyor? Genelde ilk görüş benimsense de, ikincisini destekleyen araştırmacılar da var. Ya da her ikisinin de, bir kısır döngü şeklinde birbirini tetiklediğini...


Evlerde yalnızca bir televizyonun olduğu yıllarda yapılan bir araştırmada TV'nin bozulduğu zamanlar için aile bireyleri "Korkunçtu. Hiçbir şey yapmadık. Kocam ve ben konuşarak vakit geçirmeye çalıştık", "Çocuklarımı değişik oyunlarla oyalamaya çalıştım ama imkansızdı. TV onların da bir parçası olmuştu." gibi çarpıcı açıklamalar yapmışlar. Eğer bir aile boş zamanının aslan payını televizyon seyretmeye ayırıyorsa, bu ailenin boş zamanlarını yeni bir etkinliğe bağlı olacak şekilde yeniden düzenlemesi gerçekten kolay değil. Bu yüzden de, araştırmalar için bir hafta ya da bir aylığına televizyon seyretmeyi bırakmaya gönüllü olmuş ailelerin pek çoğu, bu yokluk dönemini tamamlamayı başaramamış. Çoğu kişi için ilk üç, dört gün en kötüsüymüş. Hatta çok az televizyon izlenen, başka etkinliklerin de sıklıkla yaşandığı evlerde bile. Bu ilk birkaç gün boyunca tüm ev işlerinin yarısından çoğunun düzeni bozulmuş, aksamış. Aile bireyleri televizyon izlemekten boşalan bu yeni zaman diliminde ne yapacaklarını şaşırmışlar ve ancak ikinci haftada bu duruma alışmaya başlamışlar.

Aslında araştırmacıların söylediği, televizyon seyretmeyi tümüyle bırakmak gerektiği değil.
Asıl sorunlar, çok fazla ve uzun süreli seyirle birlikte geliyor. 

Ancak, bir kişinin medya alışkanlıkları üzerinde kontrol sağlayabilmek bugün, daha önce olmadığı kadar cesaret gerektiriyor. TV setleri her yere yayılmış durumda ve bu küçük ekranlar -ki aslında artık dev boyutluları tercih ediliyor- kişilerin hayatının geri kalanının kalitesiyle, niteliğiyle pek ilgilenmiyorlar. Televizyon, kolay yoldan rahatlama ve kaçış için sınırlı dozlarda yararlı olabilir belki; ama bu alışkanlık yeni şeyler öğrenme, aktif yaşam sürme gibi isteklere karışmaya başladığında, bir çeşit bağımlılık oluşturmaya başlıyor ve ciddi bir şekilde ele alınması gerekiyor.
 Bu tabii ki televizyon seyretmenin ille de problem doğuracağı anlamına gelmiyor. Televizyon eğlendirici olduğu gibi öğretici de olabilir ve oyalanma, kaçış, dikkat dağıtma gibi gereksinimlerimizi karşılayabilir. Sorun, insanların bu kadar fazla TV seyretmemeleri gerektiğini düşünmeye başladıklarında ve ne yazık ki kendilerini bu durumu azaltmak için bir şeyler yapamadıklarını farkettiklerinde kendini gösteriyor.

Niçin Bağlanıyoruz?

Televizyonun cazibesi, kısmen bizim kendi biyolojik tepki mekanizmamızdan kaynaklanıyor. Ani ya da yeni uyarıcılara karşı içgüdüsel olarak verdiğimiz tepkiler olan yönelme tepkisi ya da refleksi, bu noktada özellikle etkili.

Özellikle reklamlarda ve müzik kliplerinde bu biçimsel özellikler dakikada bir gibi bir sıklıkla verilerek, yönelme refleksi sürekli olarak aktif tutuluyor. Birbiriyle bağlantısı olmayan sahnelerin hızla değiştirilmesiyle, bir bilgi taşıyıp iletmekten çok, dikkat çekmek amaçlanıyor. Reklamın ayrıntıları hafızada uçucu oluyor, ama insanlar ürünün ya da albümün ismini hatırlayabiliyor. Yönelme tepkisinin çok fazla çalıştığı bu gibi durumlarda izleyici ekrana bakmaya devam etse de, kendisini bitkin ve yorgun hissediyor. Özellikle hareketin çok fazla olduğu bilgisayar oyunlarında bu şikayetler artıyor ve baş dönmesi, mide bulantısı gibi ilaveler de oluyor.

Buna güzel bir örnek, 1997 yılında Japon televizyonunda yayınlanan bir Pokemon video oyunundaki parlak ışıkları seyretmekten kaynaklanan, ışığa duyarlı epilepsi şikayetiyle, 700 kadar çocuğun hastanelere kaldırılması.

Araştırmacılar, biçimsel özelliklerin insanların gördüklerine ilişkin belleklerini etkileyip etkilemediğini de araştırmışlar. Çalışmalardan birinde katılımcılara bir program seyrettirilmiş. Aynı sahnede, bir kamera açısından diğerine geçiş sıklığının artırılması, tanıma oranını artırmış. Çünkü bu geçişler, ilginin ekran üzerinde yoğunlaşmasını sağlamış. Yeni bir sahneye geçiş sıklığını artırmak da belli bir düzeye kadar benzer bir etki yaratmış. Ancak bu geçişlerin sıklığı iki dakika içinde 10'u geçerse tanıma oranı ani bir düşüş göstermiş.

Televizyon Bağımlılığından Kurtulmak

Eve gelir gelmez yaptığınız ilk iş televizyonu açmaksa, yemeklerinizi sürekli televizyon karşısında yiyorsanız, bir televizyon programını kaçırmamak için arkadaşlarınızla ya da ailenizle buluşmayı reddediyorsanız, TV rehberlerine bakmadan pek çok dizi ya da programın kanalını ve başlama saatini söyleyebiliyorsanız, televizyon seyrederken yüksek sesle konuşan ya da size bir şeyler anlatmaya çalışan insanlara sinir oluyorsanız, ya da bir yıl boyunca televizyonsuz kalmanız için birilerinin size milyarlar vermesi gerektiğini düşünüyorsanız, adına ister bağlılık deyin ister bağımlılık, bu parlayan kutucuk sizi ağına düşürmüş demektir. 

Uzmanların bu durumda olanları kurtarmak için bir dizi önerileri var elbette:

- Diğer alışkanlıklarda olduğu gibi, bu işle ne kadar zaman tükettiğinizi, size getirdiklerini ve götürdüklerini yazacağınız bir günlük tutmaya başlayın. Aynı zamanda seyrettiğiniz bütün programları da yazacağınız bir günlük olmalı bu.

- Ailece yapabileceğiniz alternatif etkinlikler listesi oluşturun ve bunu buzdolabı gibi herkesin görebileceği bir yere yapıştırın. Aile bireyleri o liste içerisinde kendine uygun bir şeyler bulacaktır mutlaka.
- Seyirciler genellikle bir programın, bir filmin iyi olup olmadığını bir iki dakikada anlar. Fakat televizyonu kapatmak yerine televizyonun karşısında otururlar. Elbette daha sonra neler olacağını merak ettiğiniz için seyretmeye devam etmeniz normaldir. Ama televizyon kapatıldığında ve bireyler dikkatlerini başka şeylere yönelttiklerinde artık programı umursamayabilirler. Bu yüzden beğenmediğiniz bir şeyi seyretmemek için iradenizi kullanmayı öğrenin.

- Haftada bir günü televizyonsuz gün ilan edin. Gün sayısını artırdıkça tüm ailenizin TV'ye ne kadar endekslenmiş bir yaşamı olduğunu anlayacaksınız.
- TV gürültüsünü arka planda çalan fon sesi olmaktan çıkarın. Eğer birtakım işler yaparken bir şeyler dinlemekten hoşlanıyorsanız radyo ya da cd çalar daha uygun olacaktır.

Ve çocuklarınız için:


- Ne kadar meşgul olursanız olun, televizyonu asla bebeğinizi oyalama amaçlı kullanmayın.

- Beyinleri gelişme devresinde olan çocuklarınızın saatlerce televizyon karşısına oturmalarını engelleyin.

- Çocuğunuzun ne seyredeceğine siz karar verin. Seçtiğiniz program biter bitmez çocuğunuzun ekran karşısına yapışıp kalmaması için televizyonu kapatın.

Çocukların beyinleri, beynin yaptığı alıştırmanın tipine göre, bölgelerin içinde ve arasında bağlar geliştirir. Beynin gelişimi üzerine araştırmalar yapan bilim adamlarına göre aşırı televizyon izlemek bu bağların gelişimini olumsuz yönde etkiliyor. Analitik düşünme, okuma ve dil gelişimi için önemli olan sol yarımküre sistemlerinin uyarılmasını azaltabiliyor. Aşırı derecede TV izlemenin, yüksek düzeyde kavrama becerisi için gerekli olan okuma becerisi üzerine, son derece kuvvetli olumsuz etkileri olduğu da kabul ediliyor. Çalışmalar, televizyon izleme zamanıyla dil gelişimi testlerindeki performans arasında doğrudan bir ilişki olduğunu gösteriyor. Ve ne yazık ki gelişmeden ya da az gelişmiş bir şekilde bırakılan dil becerisi, kişinin öğrenme yeteneğini tümüyle etkiliyor.

Amerikan Çocuk Sağlığı Uzmanları Derneği tüm bu nedenlerden ötürü, televizyon ve bilgisayarların, çocukların odasından alınmasını ve çocuklara iki yaşına kadar televizyon seyrettirilmemesini öneriyor.

Tüm bu yazılanları okuduktan sonra anlıyoruz ki; televizyon zenginliği televizyon kapalıyken, televizyon seyretmek yerine yaptığımız her şeydir...





Dr. Veli Sırım (Bu yazı Kişisel Gelişim Dergisinin Nisan-2005 sayısında yayınlanmıştır) 





18 Eylül 2013 Çarşamba

SON DERS

Yazan: Unknown Saat: 17:32 Yorum Yap


Randy Pausch Amerikalı bilgisayar bilimleri profesörü ; ama her şeyden önce 1, 2 ve 5 yaşlarında üç tane çocuğu olan ve onlardan hiç ayrılmak istemeyen son derece duygusal bir babadır.
Pankreas kanseri teşhisi konulmuştur.Kanser tüm vücuduna yayılmış ve ölümcül olduğu söylenmiştir. Çocuklarına miras olarak bırakabileceği tek şeyin en iyi yapabildiği şey olan bir konuşma olabileceğini düşünmüş en son seminerini bu amaçla vermiştir. 25 Temmuz 2008 de aile evinde vefat etmiştir. 

Aşağıda son ders adını verdiği son konferansını okuyacaksınız. Yorumsuz olarak size olduğu gibi sunulmuştur. Zira durum yorum yapılamayacak kadar açık ve nettir. Farkındalıklarla dolu bir okuma olması dileği ile…

Randy Pausch ağzından buyurun son derse…


SON DERS

Eylül ayında Carnegie Mollon Üniversitesinde yaptığım, akademik bir gelenek olarak ‘’son ders’’ dediğimiz konuşmayı yapacağım. 

Öleceğinizi bildiğinizi ve son bir dersiniz kaldığınızı varsayalım. Öğrencilerinize ne söylerdiniz. Burada benim görmezden geldiğim bir nokta var aslında. O da bu durumun benim için faraza olmaması.

Pankreas kanseriyle mücadele ediyorum. Doktorlar yapılacak bir şey kalmadığını, son birkaç ayımın kaldığını söylüyorlar. Bu durumdan hoşlanmıyorum. Üç küçük çocuğum var. Dürüst olalım berbat bir durum. Ama yakında öleceğim konusunda yapabileceğim bir şey yok. Filmin sonunu biliyorum. Senaryoyu değiştiremem ama tadını çıkarabilirim. İsyan etmemi bekliyorsanız sizi hayal kırıklığına uğrattığım için üzgünüm. Seçimim acınacak biri olmak değil. Yakında ölecek olmama rağmen fiziksel olarak çok güçlüyüm. Hatta muhtemelen fiziksel olarak bir çoğunuzdan çok daha güçlüyüm.

Bugünkü konuşmamın konusu ölüm değil; hayat ve bu hayatın nasıl yaşanacağı; özellikle çocukluk hayallerimiz ve bu hayallerimizi gerçekleştirmek için neler yapabileceğimiz.

Çok mutlu bir çocukluk geçirdim. Dönüp fotoğraflara baktığımda gülümsemediğim tek bir fotoğraf bile bulamadım. Hep hayal kurardım. Televizyonu açıyorsunuz, insanlar aya ayak basıyor. Herşey mümkün. İşte bu ruhu hiçbir zaman kaybetmemeliyiz. Peki benim çocukluk hayallerim nelerdi? Ulusal futbol liginde oynamak. Ulaşamadığım çocukluk hayallerinden bir tanesi, önemli olan hayallerinize ulaşamasanızda, bunun için çabalarken çok şey elde ettiğini bilmek, çok sevdiğim bir söz var.
‘’Tecrübe istediğimizi elde edemediğimizde kazandıklarımızdır.’’ Uzun bir süre küçükler liğinde oynadım. Olağan üstü bir koçum vardı. Koç Tim Graham. Tam anlamıyla eski toprak. Antremandayken beni çok zorlardı. ‘’yanlış yapıyorsun, baştan al, tekrar yap, yıkılıyorsun, hemen sınav çek! ‘’ nefes almadan geçen iki saat. Antremandan sonra yardımcı koçlardan biri gelip;

‘’koç Graham seni çok zorladı ha ?’’ dedi.
Evet dedim
‘’Aslında bu iyi bir şey, seni umursadığı anlamına geliyor.Bir işi kötü yaptığında kimse umursamıyorsa senden umudu kesmiştir demektir.’’ 
Bu gerçekten içime işledi. Birisi sizi iki saat boyunca zorluyorsa daha iyi olmanızı istiyor demektir. Ve sonraki hayalim Walt Disney Imaginary.

Sekiz yaşındayken ailem beni California’da Disneyland’e götürdü. İnanılmaz bir deneyimdi. Tüm o oyuncaklar, gösteriler. İşte o gün ‘’Tanrım büyüyünce bende bunlar gibi şeyler yapmak istiyorum.’’dedim. Üniversiteden mezun olduktan sonra, tüm bu büyülü şeyleri yapan insanlardan biri olmaya çalıştım; sevimli bir ret mektubu aldım. Yüksek lisanstan sonra tekrar denedim ve ret mektuplarını yıllarca sakladım. Gerçekten çok ilham verici. Sonra garip bir şey oldu. Çalıştım, çok çalıştım ve genç yaşta öğretim üyesi olup belli araştırmalarda uzmanlaştım. Bu dönemde Disney için anlamlı beceriyi geliştirdim ve oraya girme şansını yakaladım. Tüm bunları yaratan ekibin bir parçası oldum. Alaaddin’ in sihirli lambası dediğimiz bir şey üzerinde çalıştık, gerçekten muhteşemdi. Ama bu noktaya gelmem onbeş yıldan uzun sürmüş, defalarca denemeler yapmıştım. Bu da bana yolumuzdaki engellerin bir amaca hizmet ettiğini, bizi yoldan ayırmak için değil devam etmeyi ne kadar istediğimizi görmemiz için bu engellerin yolumuzda olduğunu anladım.
Çocukluk hayalleriniz varsa anne-babanızın iyi olmasını tavsiye ediyorum. Ben bu konuda şanslıydım. Babamın temel düsturu ‘’Daima eğlen, eğlence anlayışın olsun, meraklan. Bunu hiç kaybetme.’’ Babam harika bir adamdı. 2.Dünya Savaşında savaştı. Kesinlikle muhteşem bir neslin parçasıydı. Babamı bir yıl önce kaybettik. Annem babamın eşyalarını elden geçirirken, 2. Dünya Savaşında aldığı cesaret madalyasını buldu. 50 yıl süren evlilikleri boyunca bundan hiç bahsetmemişti. Böylece babamdan çok büyük bir alçak gönüllülük dersi aldım.
son ders
Şimdi sıra annem de. Anne saçını çektiğinde bile sizi sevendir. Alçakgönüllülükten bahsetmişken, annem hep bana siper olurdu. Doktoramı yaparken çok zor sınavlara girerdim. Bir gün eve geldiğimde doktora sınavlarının ne kadar zor olduğundan şikayet edip sızlanmaya başladım. Kolumu sıvazladı ve ne hissettiğini biliyoruz. Babanın senin yaşındayken 2. Dünya savaşında Almanlarla savaştığını unutma, sonunda doktoramı aldığımda kendimle gurur duyuyordum. Annem beni herkese şöyle tanıttı; ‘’ bu benim oğlum, doktor oldu, ama insanlara yardım edenlerden değil.’’ Muhtemelen annemle babamın yaptığı en güzel şey odamın duvarlarını boyamama izin vermeleriydi. Bir gün duvara resim çizmek istediğimi söyledim, tamam dediler. En güzeli bunu yapmama izin vermişlerdi. Yaratıcılığımı ifade etmemin, duvarın bozulmamış yapısından daha önemli olduğunu düşünmüşlerdi. Bu açıdan baktıkları için çok şanslıyım gerçekten. Annemler bana insanların eşyalar karşısındaki öneminden de bahsettiler. Büyüyüp ilk arabamı aldığımda, bu parlak üstü açılan araba beni çok heyecanlandırmıştı.

Kısa bir süre sonra öleceğim ama bu gün, yarın ve geriye kaç günüm kaldıysa hepsinde mutlu olmayı seçiyorum. Hayallerinizi gerçekleştirmek istiyorsanız başkalarıyla çalışıp iyi geçinseniz iyi edersiniz. Bu da bütünlük içinde yaşamanız anlamına gelir. Uygulamada zorlanacağınız basit bir tavsiye; yalnızca doğruyu söyleyin.

işleri elinize yüzünüze bulaştırırsanız özür dileyin. Amerika da çok fazla kötü özür var. İyi bir özür üç kısımdan oluşur. Üzgünüm, benim hatamdı. Hatamı nasıl düzeltebilirim? Çoğu kişi üçüncü kısmı atlıyor. Samimiyette buradan anlaşılıyor.

Son olarak hepimizin hayatında; sevmediğimiz, hoşlanmadığımız şeyler yapan insanlar var. Yeteri kadar beklerseniz size iyi taraflarını da gösterirler. Bu konuda onları hızlandıramazsınız ama sabredebilirsiniz. Minnet gösterin. On yıllık genç bir öğretim üyesiyken, araştırma laboratuvarında çalışan on beş genç vardı. Onları bir haftalığına Disney’ e götürdüm. Meslektaşlarım bunun çok pahallıya patlamış olması gerektiğini söyleyip, nasıl böyle bir şey yapabildiğimi sordular. Bu çocuklar gece gündüz ben dünyadaki en iyi işi yapabileyim diye çalışıyorlar. Asıl böyle bir şeyi nasıl olur da yapamam? Minnet duymak çok basit ama güçlü bir şeydir.

Son olarak şikayet etmek ya da sızlanmak bence sorunu gerçekten çözmez. Örneğin jack Robinson. Büyükler liginde oynayan ilk siyah. Sözleşmesinde insanlar ona tükürdüğünde şikayet etmeyeceğini söylüyor. Jack Robinson gibi mi? Yoksa sadece birkaç ayı kalmış olan ben gibimisiniz bilmem ama tüm zamanınızı ve enerjinizi şikayet ederek ya da oyunun tadını çıkararak geçirebilirsiniz. Muhtemelen ikincisi uzun vade de sizin için daha faydalı olur.

Bu konuşmayı neden yaptığımı söylemem gerektiğini düşünüyorum. Bu konuşma sadece çocukluk hayallerinizi nasıl gerçekleştirebileceğinizle ilgili değil bundan çok daha kapsamlı.

Hayatınızı nasıl yaşayacağınızla ilgili. 

Hayatınızı doğru yönde sürdürürseniz, karma gerisini halleder ve hayalleriniz sizi bulur. Doğru şekilde yaşarsanız hayalleriniz sizin olur.



Bu kadar çok insanın bu dersten yararlanması da çok güzel gerçekten ama işin aslı üniversitede derse gelen 400 kişiye vermedim bu dersi. Bu dersi sadece üç kişi için yazdım. Büyüdüklerinde izlesinler diye.



Teşekkürler

Randy Pausch










16 Eylül 2013 Pazartesi

OKUL KORKUSU

Yazan: Unknown Saat: 21:42 Yorum Yap


Fobi en genel tanımı ile yoğun ve mantıksız korkudur. Korkunun kontrolden çıkmış halidir. Okul fobisi ise, çocukların okula başlaması ile ortaya çıkan ve çocuğun aşırı endişe ve korku içinde okula gitmeyi reddetmesi durumudur. Çocuğun okula gitmek istememesi ile okul fobisi birbirinden ayrıdır. Öncelikle çocukların okula gitmeme durumunu ele alalım.



okul korkusu

Çocuklar Okula Neden Gitmek İstemez?

Çocuğun okula gitmemesini tetikleyen birçok unsur vardır. Öncelikle okul çocuklar için yeni bir ortamdır. Biz yetişkinler bile yeni bir eve taşındığımızda, yeni bir iş ortamına girdiğimizde ortama ayak uydurmamız zaman alır. Yeni ortam bizde belirsizlik ve kaygı oluşturabilir. Aynı durum çocuklar için de geçerlidir. Okul, çocuklar için yeni bir ortamdır ve bu ortama ayak uydurmak zaman alacaktır.

Okul hayatı aynı zamanda çocuk için yeni bir hayatın başlangıcıdır. O zamana kadar evde istediği saatte kalkan, istediği saatte yatan, canı isteyince oynayan, çizgi film seyreden, annesinin elinden yemek yiyen çocuk, okulla birlikte tahtından da inmek zorunda kalır. Evde çocukların taleplerine göre bir düzen kurulurken, okul hayatında çocuk, diğerlerinden biri olmakta zorlanırlar. Bu durum çocuklara ilk etapta zor gelir ve bu nedenle okula gitmek istemeyebilirler. Bunun yanında evde kurallara uyma alışkanlığı kazanamamış çocuklar, kuralların bol olduğu okula ayak uydurmakta zorlanırlar. Dışarı çıkmak için zili beklemek, sırasından kalkmak için izin almak gibi işlemler hep kurallı işlemlerdir. Bu nedenle sağlıklı bir okul hayatı için, ailelerin okula başlamadan önce çocuklarına kurallara uymayı öğretmesi beklenir.

Annenin çocuğuna ya da çocuğun anneye aşırı bağımlı olması okul fobisini tetikleyen diğer bir nedendir. Okul dönemine kadar çocuğunu hiç yanından ayırmamış, çocuğunun her işini kendisi yapmış annelerin çocukları, okula ayak uydurmakta zorlanır. Bu nedenle okula başlamadan önce, farklı zamanlarda çocukların bir-iki günlüğüne yakın akrabalara bırakılması güzel olacaktır. Bu şekilde çocuk, anneden ayrı kalmanın küçük alıştırmalarını yapmış olacaktır. Bununla birlikte anneler, okul başladığında zorluk çekmek istemiyorlarsa çocuklarına kendi işlerini kendi görmelerini (yemek yemek, elbise giyip çıkarmak, ayakkabı giyip çıkarmak vb.) öğretmelidir.

Anaokulunda oyuncaklar içinde çocuksu bir okul gören çocuklar, birinci sınıfa gittiklerinde soğuk, oyuncaksız, tuvaletleri kendilerine göre ayarlanmamış bir okulla karşılaşırlar. Bu durum onlara ürkütücü gelir ve bu yeni okula gitmek istemeyebilirler.

Öğretmenin ilk günlerdeki davranışları, çocukların okulu benimsemesi ve sevmesi için önemlidir. İlk günlerde öğretmeninden azar işiten, ya da ilgi sevgi görmeyen çocuklar okulu ürkütücü olarak görüp okula gitmek istemeyebilirler.

Çocuklar Okulun İlk Günlerinde Neler Yaşar?


Çocuklar okulun ilk günlerinde belirsizlik, güvensizlik, tedirginlik, terk edilme ve kaygı duygularını yoğun olarak yaşarlar. Anneden ayrılmak, yeni bir ortama girmek, kalabalık sınıflar, arkadaşsızlık, yoğun koridorlar bu duygulara neden olur. Bu duygusal belirtilere karın ağrısı, iştahsızlık, ateş, kusma gibi fiziksel belirtiler de eklenebilir. Çocukların okulun ilk günlerinde yaşadıkları olumsuz duygular, endişeler ve kaygılar sevgi ve merhametle çözülmezse bu kaygı ve korkular derinleşerek okul fobisine dönüşür. Başlangıçta uyum sorunları olarak nitelendireceğimiz alışma süreci, sonrasında bir psikolojik rahatsızlığa yol açabilir. Bu durum akademik başarısızlığı, öğretmen ve aileye karşı güven kaybını beraberinde getirir.

Çocukların Okula Alışması Nasıl Sağlanır?


Çocukların, okul başlamadan önce, farklı zamanlarda gideceği okulu ziyaret edip okulu tanıması okul fobisini aşmak için önemlidir. Bu ziyaretlerde sınıflar, sıralar, koridorlar ve tuvaletler çocuğa gösterilerek çocukların ortama alışması sağlanabilir. Teneffüs, öğretmen gibi kavramlar çocukların anlayacağı dilde onlara anlatılabilir. Okul başladığında ise onları okula kimin götüreceği, kimin alacağı, servisle mi geleceği mutlaka çocuklara anlatılmalıdır.

Anne ve babanın çocuğun okula gitmesi ve alışması konusunda fikir birliği içinde olması, aynı tutumu benimsemesi çok önemlidir. Ebeveynden ya da aile içinden birinin farklı tutumu, “Çok ağlıyor, bırakın gitmesin” diye yaklaşması çocuğun direncini daha da artırır. Çocuk, ilk başlarda ağlasa da, inatçı davransa da okula gönderilmelidir. Burada aile kararlı ve sabırlı bir tutum sergilemelidir. Çocuğun ağlamasına merhamet göstererek onu okula göndermemek ona verilen bir ödül olur. Bu durum okula adaptasyonu zorlaştırır. Okulun ilk günlerinde anne-babanın çocuklarına okula giderken ve okuldan gelirken eşlik etmesi iyi olur. Çocuklarınız okula alışmakta zorlanıyorsa, gitgide azalan sürelerle okulda bekleyerek onu rahatlatabilirsiniz. Alışamadı diye vaz geçerseniz, aynı sorun ilerleyen vakitlerde yeniden karşınıza çıkacaktır.

İlkokula iyi bir başlangıç için, çocuğun okul öncesi eğitim alması faydalı olacaktır. Anaokulunda okul ve orada yaşanabilecekler konusunda fikir edinen çocuk, zihinsel, sosyal ve duygusal açıdan ilkokula hazırlıklı başlayacaktır. Okula uyum sağlamakta zorlanan çocuklarda, sınıf öğretmeni ile işbirliğine gitmek faydalıdır. Öğretmenin göstereceği birazcık ilgi çocuğun okula uyumunu kolaylaştıracaktır. Aynı şekilde okulların rehber öğretmenlerinden de bu konuda bilgi alınabilir. Okulun ilk günlerinde oyun ödev dengesini doğru kurmak çocuğun okulu benimsemesini kolaylaştırır. Okulu tüm oyun vaktini elinden alan bir nesne olarak görürse okula karşı soğuyabilir.

Tüm bu uyarılara rağmen çocuğunuz okula ayak uydurmakta zorlanıyorsa, okulun üzerinden iki hafta geçmesine rağmen halen okula gitmemek için şiddetle ayak diriyorsa o zaman bu durum okul fobisi olabilir ve uzmandan yardım almanız faydalı olacaktır.

13 Eylül 2013 Cuma



Günümüz dünyasında birçok şey gibi “değerler” ve “kimliklerimiz” de birbirine karışıyor. Bu karışıklığa bir de gündelik hayatın koşuşturması eklenince varoluş tarzımızı belirleyen kimliklerimiz iyiden iyiye işlevsiz hale geliyor. Kimi zaman da kimliklerimizi daha etkin kullanmak gayesinde olmamıza rağmen, kim olduğumuzu, kimliklerimizi bu koşuşturmaca içinde unutabiliyoruz. Söz konusu olan, ne zaman doğup da ne zaman büyüdüğünü anlayamadığımız çocuklarımızı ilgilendiren ‘anne-baba’ kimliğimiz olunca, kimliklerimizi hatırlamanın önemi kat be kat artıyor. Çünkü anne/baba kimliğimizi unuttuğumuzda ya da yanlış kullandığımızda çok sevdiğimiz yavrularımızın gelişimini büyük oranda olumsuz etkilemiş oluyoruz. Bu kimlikleri unuttuğumuzda ya da yanlış kullandığımızda, çocuklarımız bazen pısırık, cesaretsiz, kendini ifade etmekten aciz; bazen de bencil, küstah, sorumsuz ve narsist bir kişi haline gelebiliyor.


koçum benim
Çocuklarımızı olası bu zararlardan korumak için ilk olarak anne-babanın ne ve ailenin ne demek olduğunu hatırlamamız gerekiyor.


Anne, çocuğun şefkatli sığınağı, baba da sağlam bir kalesidir. Anne babanın oluşturduğu aile kurumu ise bir emanetçi dükkânıdır. Anne baba da o dükkândaki görevlilerdir. Görevleri ise kimlikleri ile emanete sahip çıkmak ve emanetin aslını korumaktır.


 Bu vazifenin nasıl yapılacağını içimizdeki anne babalık duygusunu dinleyerek öğrenebiliriz aslında. Yeter ki o sesi duyma hassasiyetinde olalım. Bu sesin bize fısıldayacağı ilk kelime şüphesiz dengedir.


‘Anne-babalık’ kimliğimiz, hayattaki birçok şey gibi denge gerektiriyor. Bu kimlik terazisinin bir kefesinde eşsiz, tarifsiz, saadetli bir duygu; diğer kefesinde ise devredilemez, vazgeçilemez bir mesuliyet bulunuyor. Aşırılık ve yetersizlik diye iki ucu var bu kimliklerin. Sağlıklı bir ebeveynlik için olmazsa olmaz şart ise “denge”.

Anne-Baba ‘Hizmetçi’ Değildir!

“Anne-babaların yaptığı en büyük hata, kendi çocukluklarını unutmasıdır.” der bir filozof. Bir çocuk başkasının yardım ve desteğine en muhtaç, en aciz olduğu bir dönemde gelir dünyaya. Bu sebeple anne-babasının destek ve ilgisine muhtaçtır. Ebeveynlik, çocuğun gerçekten ihtiyaç duyduğunda yanında olmaktır. Çünkü hayata karşı bilgi ve tecrübesi yetersiz olan bir çocuğun yetersizliğini aşmakta anne-babasının yardımına ihtiyacı vardır ve anne-baba bu ihtiyacı gördüğünde yardım da etmelidir. Ancak çocuğun kendi başına yapabileceği, üstesinden gelebileceği durumlarda da çocuğun ihtiyacı var diye, adeta çocuğun hizmetçisi olmak doğru değildir. Özellikle iki yaşından sonra döktüğünü temizlemek, kırdığını toplamak, yemeğini ağzına koymak, ayakkabısını giydirmek çocuğun kendi becerilerini körelttiği gibi anne-babayı da hizmetçi konumuna sokar. Anne-baba çocuğun hizmetçisi değil, gerçek ihtiyaçlarının giderilmesinde destekçisidir. Anne-baba çocuğunun işlerini onun adına yapan değil, ona bu işlerin nasıl yapılacağı konusunda yol gösteren ve yardım edendir.

Anne-Baba ‘Arkadaş’ Değildir!

Ebeveynlik konusunda karıştırılan konulardan birisi de, ‘çocukların arkadaşı olmak’ meselesidir. Anne-baba çocuğunu anlama konusunda arkadaşça bir yaklaşım sunabilir. Çünkü çocukların davranışlarının niyetlerinden ayrıştırılıp anlaşılmaya şiddetle ihtiyacı vardır. Ve bu anlayışı en evvel evlatlarına anne-baba sunmalıdır. Ama bu yaklaşım “çocuğun arkadaşı” olmak şekline dönüşürse bu çocuk için tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Çünkü bir çocuk hayatı boyunca onlarca arkadaş edinebilir ama bu hayatta sadece bir tane anne-babası olacaktır. Onlar da evlatlarının arkadaşı olmayı seçince, çocuklara ebeveynlik yapacak kimse kalmayacaktır. Ebeveynlik yeri geldiğinde sınır-kural koymak ve bu kuralların uygulanmasını sağlamaktır. Büyüme çağındaki bir çocuğun elbette bu kurallara ve sınırlara ihtiyacı vardır. Evladıyla arkadaş olan bir ebeveyn bu noktalarda yetersiz kalabilir.

Anne-Baba ‘Koruyucu Melek’ Değildir!

Hiç şüphesiz bir anne-baba evladını her türlü tehlikeden korumak isteyecek ve bu sebeple tedbirler alacaktır. Evladını, hayatın zorlukları karşısında incinmekten, acı çekmekten, zarar görmekten korumak isteyecektir. Zaten ebeveynlerin bu konuda duyarlı olup kırılgan varlıklar olan çocukları tehlikelerden uzak tutması gerekmektedir. Bununla birlikte şüphesiz karşılaşılan zorluklar çocukların daha dirayetli kişilik kazanmalarına zemin hazırlamakta, daha dirençli olmalarını sağlamaktadır. Tıpkı çocukluk yıllarında yakalanılan hastalıkların çocuğun bağışıklık sisteminin güçlenmesine vesile olması gibi, hayat içinde karşılaşılan zorluklar da çocuğun kişiliğinin gelişmesine ve dirayetli olmasına kapı açar. Bu noktaları dikkate alarak, anne-babaların adeta çocukların koruyucu meleği haline gelmeme konusunda hassas hareket etmeleri yerinde olacaktır. Dikkat edilememesi durumunda şefkat ve merhametle çocuğumuzu tehlikelere karşı korumak isterken, onun koruyucu meleği haline dönüşebiliriz. Böylelikle çocuğumuz, etrafındaki koruyucu meleği sayesinde hayatın zorluklarını görmeden büyür ve büyüdüğünde dahi aynı koruyucu meleği yanında ister. Bu mümkün olmadığında ise ruhsal bir boşluğa düşer.


Anne-Baba ‘Eğitim Koçu ve Öğretmen’ Değildir!

Anne-babalar varoluşlarındaki şefkat itibarıyla çocuklarının başarılı olmasını ister. Bu istekleri paralelinde çocuğun eğitim hayatına müdahil olur ki, evlatları daha çok ve düzenli çalışarak daha yüksek puanlar alarak, iyi eğitim veren okullara yerleşebilsin. Eğitim müfredatında yapılan değişikliklerle de artık aileler çocukların okul hayatına daha fazla dahil oldular. Çocuğun gerçekten ihtiyaç duyduğu ve anne-babanın da yardımcı olabileceği ders konularında çocuğa destek olması, aileyi yanında hissetmesine ve ders başarısını arttırmasına yardımcı olacaktır. Ama bu desteğin de dengeli ve çocuğun ihtiyaç ve beklentileriyle paralel olmasına dikkat etmek gerekir. Bu denge hali anne-baba ve çocuk arasındaki ilişkinin sağlıklı kalmasına etki edecektir. Ama ebeveyn, çocuğun varoluş gayesini sırf başarı olarak değerlendirircesine, ona eğitim koçluğu ve öğretmenlik yapmaya kalkarsa muhakkak bu hal çocuğun da dengesini bozacaktır. Ebeveynlerini anne-babalık kimlikleriyle değil de daha çok adeta eğitim koçu ya da öğretmen olarak tanıyacaktır.

Anne-Baba ‘Bankamatik’ Değildir!

“Çok verip azdırma, az verip çaldırma” diye bir atasözümüz vardır. Bu söz ebeveynlik kimliğinin bir noktasında gerekli olan dengeyi oldukça veciz şekilde ifade etmektedir. Evet çocuklara ihtiyaçları olan miktarda harçlık verilmelidir. Ama harçlık verme işi –ailenin hali vakti müsait olsa dahi- çocuğun her istediğinde para çekebileceği bir bankamatiğe benzemeye başladığında olumsuz birçok sonuçlara yol açabilir. Zira çocuk böylelikle paranın kıymetini asla anlamayacak, kazanmadan harcamaya alıştığı için tembelliğe kaçabilecektir. Aynı zamanda çocuk tutumlu olmayı da öğrenemeyecektir. Diğer olumsuz önemli bir sonucu da, ailesi için çalışıp para kazanan ebeveynin emeğini hiç takdir edemeyecek, hatta hazır para yemeye alıştığı için de bir süre sonra ailesini sömürmeye başlayacaktır.

Anne-Baba ‘Palyaço’ Değildir!

Hiç şüphesiz neşeli vakitlerin geçirildiği bir aile ortamı, çocuklar kadar, yetişkinler için de çok değerlidir. Anne-babanın, çocuklarının değerli hissederek mutlu olmalarını arzu etmeleri hatta bu konuda gayret sarf etmeleri çok yerinde bir davranış olacaktır. Bu konuda bir çok ebeveynin ihmalkar davrandığını düşünmek maalesef yanlış olmayacaktır. Bu sebeple ailesinin neşe ve mutluluğu için özen gösteren ebeveynlerin sayısının artması oldukça önemlidir. Bununla birlikte çocukları mutlu etmek adına anne-babanın deyim yerindeyse, palyaçoluk etmesi, onun her dediği kılığa ve role bürünmesi, onun mutluluğu için etrafında dört dönüp komiklikler yapması, mutsuzluğu ve hayal kırıklığını yaşamasına müsaade etmeden çocuğunu sürekli mutlu etmeye çalışması çocuklarının görmek isteyeceği ebeveynlik vakarına uymayacaktır.

Kısaca, anne-baba olarak sahip olduğumuz temel kimliği yeniden hatırlamaya ve bu kimliği dengeli bir şekilde kullanmaya ihtiyacımız var. Denge bir şekilde bozulduğunda, ruh sağlığı bozulmuş çocuklarla baş başa kalabiliriz çünkü. Bu nedenle Pedagoji Derneği diyor ki:


· Çocuklarımıza ihtiyaç duydukları şeylerde yardımcı olalım; ama onların hizmetçisi olmayalım

· Çocuklarımıza arkadaşça yaklaşımda bulunalım; ama onların arkadaşı olmayalım.

· Çocuklarımızın baş edemeyecekleri muhtemel tehlikelere karşı tedbirli olalım; ama onların koruyucu meleği olmayalım.

· Çocuklarımızın, eğitim-öğretim konusundaki taleplerinde destek olalım; ama onların eğitim koçu ve öğretmeni olmayalım.


· Çocuklarımızın ihtiyaçlarını karşılayalım, onlara bir miktar harçlık verelim; ama onların bankamatiği olmayalım


· Çocuklarımızla neşeli vakitler geçirelim ve onların mutlu olmalarını isteyelim; ama onların palyaçosu olmayalım.




11 Eylül 2013 Çarşamba

Ben çocukken annem bana hep hayatın anahtarının mutluluk olduğunu anlatırdı. Okula gitmeye başladığım zaman, sınavda bana 'Büyüyünce ne olmak istiyorsun?' diye sordular. Ben de onlara 'Mutlu olmak istiyorum' diye cevap verdim. Onlar bana, soruyu anlamadığımı söylediler. Ben de onlara, asıl onların hayatı anlamadıklarını söyledim."
John Lennon
Uzmanlar, mutlu çocuk yetiştirmenin oyuncaklarla değil, hayatı boyunca ruhunu besleyeceği pozitif bakışı açısını aşılamakla mümkün olacağını bildirdi.

Anne babanın, çocuğun hayatı boyunca ruhunu besleyeceği pozitif bakış açısını yakalamalarına katkıda bulunabilmeleri için uygulamaları gereken yöntemlerin çok basit olduğunu söyledi.

Pozitif bakış açısını yakalayan çocukların kendinden emin, optimist ve başarılı olduklarının kanıtlandığını ifade eden uzmanlar,çocuğun hayatı boyunca ruhunu besleyeceği 12 basit yolu şöyle sıraladı:

  1. Değer yargılarını geliştirin. Ona sorumlulukları olan değerli bir vatandaş olduğunu aşılayın. Etrafındaki insanların hayatında fark yaratacak kapasitede olduğunu gösterin. Mesela kullanmadığı oyuncakları beraber biriktirip, bir derneğe bağışlayın. Eski gazeteleri biriktirmeyi, geri dönüşümü ona onun dilinde anlatın.
  2. Derslere, kurslara ara verip çocuğunuzla bire bir vakit geçirin. Onunla beraber yerde oturup yap boz yapın, mutfakta beraber omlet yapın, banyo yapmadan önce beraber yüzünüzü boyayın, parkta beraber kaydıraktan kayın.
  3. Aktivitelerde ona katılın, beraber bisiklete binin, beraber yüzmeye gidin, hem onu teşvik edersiniz hem de bol bol spor yapmış olursunuz.
  4. Espri yapın, fıkralar anlatın, arada bir birbirinize takılın, bol bol gülün, gülmek daha fazla oksijen solumanızı sağlar.
  5. Çocuğunuzu iyi bir iş yaptığında tebrik edin, ona hangi konularda başarılı olduğunu açıkça anlatın. Mesela ödevini bitirdiğinde "resminde kullandığın renkleri çok beğendim" gibi detay verin. Yaptığı proje hakkında konusun. Çocuğunuzu hediye ile değil övgülerle ödüllendirin.
  6. Çocuğunuzun iyi yemek yemesine özen gösterin. Yemek aralarında yoğurt, meyve ve bol su verin. Yemek yemez diye öğün araları çocuğunuzu aç bırakmayın, hem psikolojisini etkiler hem de kilo kaybına neden olur.
  7. Çocuğunuza hayal gücünü kullanabileceği oyunlar yaratın. Resim yapmak hem hayal gücünü geliştirecektir hem de yaptığı resimden dolayı tatmin hissi doğacaktır.
  8. Günde 5 kere çocuğunuzu kucaklayın, 10 kere öpün, 15 kere ona gülümseyin. Tüm bunlar size kat kat geri dönecektir.
  9. Çocuğunuzu dinlemesini öğrenin, lafını yarıda kesmeyin, başka bir işle ilgileniyorsaniz, bırakın ve ona konsantre olun. Söylediği şeylerin önemli olduğunu onu dinleyerek gösterebilirsiniz. Bırakın aynı şeyleri tekrar etsin, siz hep aynı dikkatle dinleyin.
  10. Mükemmeliyetçiliği bırakın. Çocuğunuzun yarıda bıraktığı bir işi bitirmeye veya düzeltmeye çalışmanız onun kendine güvenini sarsar. Masayı silerken atladığı köşeyi tekrar silmeniz veya beraber diktiğiniz saksıyı düzeltmeniz ona yaptığı işin iyi olmadığı hissini verecektir. Bir daha çocuğunuzun yaptığı işi düzeltmek için elinizi uzattığınızda düşünün. Eğer yaptığı iş tehlike yaratmıyorsa, sağlığa zararlı değilse elinizi geri çekin.
  11. Karşılaştığı güçlükleri kendi başına aşmasını öğretin. Ayakkabı bağlarını yavaş da olsa bekleyin kendi bağlasın, çamaşırları asmanızda yardım etmek istiyor, beraber asın. Merdivenlerden kendi inmek istiyor, önünde yürümek şartıyla bırakın insin. Üstünden gelemeyeceği bir problemle karşılaştığında size problemi anlatmasını söyleyin ve çözümüne beraber karar verin.
  12. Sevdiği seyleri yapmasına izin verin, gereksiz kısıtlama enerjisini ve heyecanını dışa atmasını engeller, bu da ona sıkıntı verir. Unutmayın; oyuncaklarını toplamayı öğrenmesi için önce dağıtabilmesi lazım.

5 Eylül 2013 Perşembe

HATALARDAN DERS ALMAK...

Yazan: Unknown Saat: 21:30 Yorum Yap


Siz yaptığınız hataları kolayca kabul eder misiniz, yoksa kabullenmekte zorlanır mısınız?
Yaşadığnız başarısızlıklarda ne yaparsınız, nasıl davranırsınız?

Thomas Edison ampulü icat edene kadar binlerce başarısız deneme yapmıştı. “Yaşadığınız bu kadar başarısızlık size neler hissettirdi?” diye sorulduğunda Edison, “Ben başarısız olmadım ki sadece ampulün işlemeyen on bin çeşidini buldum.” demişti.


İlham verici bir cevap; ama söylemesi kolay, yapması zor.
Hatalardan ders almak en çok duyduğumuz nasihatlerden biri fakat çoğumuz hatalarımızla nasıl baş edeceğimizi bilmiyoruz.

Bazılarımız yaptıkları hataları hiç kabullenmiyor. Onlar düz yolda düşseler bile suçlayacak insan arıyorlar etraflarında. Bir başarısızlık yaşadıklarında kendilerinden başka herkesi sorumlu tutuyorlar. Onların hayatın yenilgilerine karşı her zaman bir mazeretleri var.

Bazıları ise yaptıkları hatalardan sonra kendilerine inanılmaz eziyet ediyor. Sanki hayatta onlardan başka kimse hiç hata yapmamış da ilk hata yapan kendileriymiş gibi algılıyorlar olayları. Müthiş bir özgüven kaybı yaşıyorlar.

Bazıları da hayatı bir okul gibi algılayıp yaptıkları her hatadan ders çıkartmaya çalışıyor, öğrenip ilerlemek istiyor.

Bir de yaptıkları hataları hiç umursamayanlar var. Hata yaptıklarını görüyorlar; ama hiçbir şey olmamış gibi davranıyorlar. Aynı hataları defalarca yapıyorlar. Bu durum onları hiç rahatsız etmiyor.

Ayrıca hata yapmamak için hiç bir şey yapmamayı tercih edenler de var. Hata yapma korkusuyla karar alamıyorlar, harekete geçemiyorlar. Durup bekliyorlar. Önce başkalarının yaptıklarını görmek istiyorlar. Aşırı temkinli bir tutum içinde oldukları için kimse onların gerçekte ne düşündüklerini bilmiyor. Çok korktukları için kendilerini gizliyorlar.

Özel hayatımızda da iş hayatımızda da hata yapmak kaçınılmaz.
Yaşamak hata yapmak demektir.
Hata yapmamış insan zaten hiç yaşamamış demektir.

Hata yapmanın sevilecek bir tarafı yok. İster kendimiz yapalım ister bize yapılsın hata yapmak kızdırır, sinirlendirir, öfkelendirir, üzer, kırar… Küçük ya da büyük olsun her yanlış her hata acı verir. Hataya kayıtsız kalmak mümkün değildir.


Önemli olan duygusal tepkilerden sonra hangi mantığı devreye soktuğumuzdur. Birçok konuda olduğu gibi bu konuda da doğruyu bilmekle doğru olanı yapmak arasında uçurumlar var. Hepimiz hataların son derece insani olduğunu, hata yapmanın engellenemez olduğunu biliriz; ama hatalara karşı her birimizin tutumu ve davranışı farklıdır. İster özel hayatımızda ister şirket hayatımızda hatalarımızla baş etme yöntemimiz bizim geleceğimizi belirler.

Hata yapmaktan korkarız; 

çünkü çocukluğumuzdan gelen bir koşullanmayla hata yaptığımızda ayıplanmaktan, dışlanmaktan, küçük düşmekten korkarız. Önce anne babalarımız sonra öğretmenlerimiz kendilerince bizi korumak ve bize doğruyu öğretmek için küçük hataları bile yapmamıza engel olurlar.

Aldığımız eğitim hata yapma korkusunu yerleştirmiştir içimize. Bu sistem bize daha küçük yaşlardan itibaren başarılı olmanın hata yapmamak olduğunu öğretmiştir. Formül basittir: “Hata yapma, gerekirse ezberle, ama sana sorulduğunda mutlaka doğruyu söyle. Bilmiyorsan sus. Unutma üç yanlış bir doğruyu götürür!”

Sadece okul yıllarında değil iş hayatında da tartışmalara katılımın düşük olması bundandır. Birçok insan hata yapma korkusuyla ağzını açmaya, adım atmaya korkar. Bu anlayış sorumluluk almaktan çekinen, bildiğini söylemeye ürken, itaatkâr, heyecansız ve risk almayan bireyler yetiştirir.

Oysa son yıllarda öğrenme üzerine yapılan çalışmalar bu görüşün tam tersini söylüyor. Araştırmalar hata yapmaktan çekinmeyen, tartışmalara katılan öğrencilerin daha başarılı olduklarını kanıtlıyor.

Modern öğrenme teorisine göre artık “üç yanlış bir doğruyu götürmüyor.”

Bu sadece okullar ve öğrenciler için değil, yetişkinler ve şirketler için de geçerli. Eğer bir ortamda hiç hata yapılmıyorsa bu ortamlarda katılım yoktur. Kimse yeni bir denemede bulunmuyordur. İnsanlar statükoları sorgulamıyor, seçenekleri zorlamıyorlar, bilineni aşmaya çalışmıyorlardır. Bu ortamların enerjisi düşüktür.

Oysa hata yapmaktan korkmadığımızda çocuklar gibi özgür, cesur ve yaratıcı oluruz. Zihnimiz sürekli farklı, yaratıcı yolları dener.

Bir konuda başarısız olmak en iyi öğreticidir. Başarısız her deneme, başarıya giden yolun en iyi rehberdir. Bu anlamda hatalar bir merdiven işlevi görür. Yaptığımız hataların üzerine basarak bir üst seviyeye çıkarız. Biz en çok hatalardan öğreniriz.

Kötü bir yönetim altında çalışanlar bir işin nasıl “yönetilmeyeceğini” çok iyi öğrenirler. Yanlış bir ürün, doğru bir ürüne giriş dersi niteliğindedir. Neyin olması gerektiğini anlamak için neyin olmaması gerektiğini anlamak gerekir.

Harvard Business School öğretim üyesi Amy C. Edmondson pek çok organizasyonda liderlerin iki temel yanlış yaptıklarını söylüyor: 

“Birincisi hataların toptan kötü olduğuna inanmak ikincisi ise hatalardan öğrenmenin kendiliğinden gerçekleşeceğini zannetmektir.”

Edmondson’a göre bir projenin başında ne kadar çok hata yapılırsa o kadar çok alternatif de denenmiş olur. Her yanılgı aslında yapılan işi gözden geçirme fırsatı sağlayacağı için paha biçilmezdir.

Hatalar kendi başlarına öğretmen değildir. Bir hata olduğunda, “Prosedürler yanlıştı.” ya da “Zamanlama yanlıştı.”, “Biz yaptık ama başkaları anlamadı.” şeklinde yaklaşmak hatalardan öğrenmek anlamına gelemez. Hatalarla ilgili genellemeler öğrenmeyi sağlamaz.

Hatalardan öğrenip ilerlemek için bu hataların nasıl ele alınacağının, nasıl değerlendirileceğinin bir sistemi olması gerekir.

Hatalardan öğrenmek için akıllı bir sorgulama ve iyileştirme sistemi kurmak gerekir.


1- Öncelikle hatanın ne olduğunu doğru tarif etmek gerekir. Hata nedir? Nerede olmuştur? Kim yapmıştır?
2- Hata nasıl oluşmuştur? Hangi eksiklik-fazlalık hataya neden olmuştur? (Bilgi eksiği, dikkatsizlik, sistematik bir eksiklik, kontrol eksikliği, kötü niyet, aşırı telaş-hız, fazla karmaşık sistemler…)
3- Hatanın etkisi ne olmuştur? Hata kime-neye, nasıl bir zarar vermiştir? Hata hangi sonuçlara yol açmıştır?
4- Hata nasıl telafi edilecektir? Hatanın neden olduğu sonuçlar nasıl giderilecektir?
5- Hatanın bir daha tekrarlanmaması için hangi önlemleri almak gerekir? Ne yaparsak hata tekrarlanmaz?
6- Hatadan ne öğrenilmiştir? Bu durumdan çıkarımımız nedir?
7- Yapılan hata, hatanın etkileri, hangi iyileştirmenin yapıldığı, çıkarılan dersler şirketteki bütün çalışanlarla paylaşılmalıdır.

Ancak böyle bir yaklaşımla hatalardan ders almak ve bu dersi herkesin kullanımına açmak mümkün olur.

Daha başarılı ve daha anlamlı bir hayat için yeni yollardan gitmeye, hata yaptığımızda hem bunlardan ders almaya hem de bunları açık yüreklilikle paylaşmaya ihtiyacımız var.


B. Shaw’ın dediği gibi, “Hiç bir şey yapmadan yaşanacak bir ömür yerine hata yaparak yaşanacak bir ömür daha faydalı ve daha şereflidir.”



Kaynak : www.temelaksoy.com